36,6753$% 0.09
40,0531€% 0.19
47,6169£% 0.05
3.515,47%-0,04
5.753,00%-0,05
3092359฿%-0.02612
01 Ekim 2024 Salı
Türkiye'de Liyakat ve Vurdumduymazlık Sorunu!..
Sıra kimde?
Gemici'den Alman vatandaşı yurttaşlarımıza: 'Türk Vatandaşlığı İçin Başvurun'
Miço Şaşırma, Sabrımızı Taşırma!..
Riba, Ülkemizi Vatan mı edinmiş?..
Şeyhliğimi İlan Ediyorum!..
-Prof. Dr. Ata ATUN
İsrail’in Lübnan’a saldırısı, İkinci Dünya Savaşının sudan nedenlerle başlaması ve başta Avrupa olmak üzere sanayi, ticaret ve ekonomide dünyanın önde gelen ülkelerinin yeniden yapılandırılması ile benzeşiyor.
Özellikle ABD’nin sanayide gelişmiş olmasına karşın ürettiği mallarını Avrupa’ya ve Avrupa’nın kanını emdiği sömürgelerine satamıyor olması ve savaş sonunda bu durumun değişmesi, savaşın dünyayı yeniden şekillendirdiğinin bir göstergesi olmuştu.
Görünen o ki ABD, İsrail’in lehine ve rahat edeceği şekilde Orta Doğu’yu yeniden dizayn etmek istiyor.
İsrail’in 1948 yılında devlet olarak tanınmasından sonra 1948, 1952, 1967 ve 1973 yıllarında birleşerek 4 kez İsrail’e ortak bir ordu ile saldıran Mısır, Libya, Suriye, Ürdün ve Irak gibi Arap ülkeler, bölgede İsrail için potansiyel tehdit olarak algılandı.
Özellikle 1973 yılında yer alan Yom Kippursavaşında, ABD’nin sınırsız desteği ile yenilgiden kıl payı kurtulan İsrail, bölgede varoluşunu sağlamlaştırmak ve garantilemek için ABD ile uzun vadeli bir plan yaptı.
Çareyi de söz konusu Arap ülkelerinin bir kez daha birleşip İsrail’e saldırmaması için bu ülkeleri kontrol altına alarak pasifizeetmek, pasifize edemediklerini de içten, bir daha birleşememek üzere parçalamakta buldular.
İlk etapta İngiltere’nin gizli sömürgesi olan Ürdün, bu birlikten ayrıldı ve Atlantik ittifakının kontrolü altına girdi.
İkinci adımda Mısır, ABD’nin Maryland eyaletinde yer alan Camp David’de Mısır devlet başkanı Enver Sedat ile İsrail başbakanı Menahem Begin’in, 12 gün süren gizli pazarlıksonrasında 17 Eylül 1978’de el sıkışmaları ile ABD’nin güdümü altına girdi ve birlik içinde pasif kalmayı tercih etti.
Bu tarihten sonra Libya, Suriye ve Irak’ta, MOSSAD’laCIA’in çalışmaları ile pasif hücreler kuruldu, satın alınan siyasilerin yardımı ile de yavaş yavaş ülke içinde işsizlik, gıda enflasyonu, siyasi yozlaşma, ifade özgürlüğü, usulsüzlükler ve kötü yaşam koşulları yaratıldı.
Zamanlamanın ve ortamın uygun olduğu 2010 yılında pasif hücreler harekete geçirildi ve hedef dışı olan Tunus’ta Muhammed Buazizi’nin kendini yakmasıyla hükümete karşı bir başkaldırı hareketi başlatıldı.
Bu başkaldırının ardından, pasif hücrelerin aktif hale getirilmesi ile benzer sorunlar yaşayan hedef ülkelerde eşzamanlı olarak başkaldırılar başlatılmıştı.
Sonuçta, geçmişte Birleşik Arap Ordusuna katılan Ürdün ve Mısır Atlantik İttifakının denetimi altına girerken, Libya, Irak ve Suriye üçe bölündü, kısmi olarak Atlantik İttifakının işgali altına girdi, geçmişte Birleşik Arap Ordusunu oluşturan tüm devletler bir daha birleşememek üzere saf dışı bırakıldı.
Günümüzde Orta Doğu, İsrail ve ABD tarafından, tamamen İsrail’in bekası ve ABD’nin bölgesel çıkarları doğrultusunda tekrar şekillendirilmeye çalışılıyor.
Bu ikinci etabın hedefinde Hizbullah, Hamas ve Yemen’deki Ensarullah Hareketi yer almakta. İsrail bu üç Arap örgütünü de imha ederek rahat bir soluk almak istiyor. Bunun için ilk hedefi Gazze ve Hamas oldu.
Hamas yapısı itibarı ile gerilla örgütü ve gerektiğinde de düzenli orduya dönüşebilecek yetenekte olduğu için İsrailHamas’ın üst düzey yöneticilerini hedef aldı. Ardından Hizbullah lideri Nasrallah’ı saf dışı bıraktı, Hizbullah’ı yönetim zafiyetine sokmak için hedefine üst düzey Hizbullah komutanlarını koydu.
Üçüncü hedef de Yemen ve Ensarullah gibi duruyor.
Umalım ki ABD ve Batı şimdiye kadar sürdürdüğü “İsrail’e her koşulda destek” politikasından vazgeçsin ve Orta Doğu, daha da sıkıntılı günler yaşamasın.
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Doç. Dr. (UA. İliş.) Ata ATUN
KKTC Cumhurbaşkanı Danışma Kurulu Üyesi
KKTC Cumhuriyet Meclisi 1. Dönem Milletvekili
Prof. Dr. Ata ATUN
İsrail’in Lübnan’a saldırı gerekçesi olarak, Hizbullah’ın Lübnan’ın güney kesimlerinde konuşlanma ve İsrail için bir tehdit oluşturması olarak gösteriliyor.
Ama gerçek bu mu, yoksa İsrail güç sarhoşluğuna kapılarak 1948, 1952, 1967 ve 1973 Arap-İsrail savaşlarının intikamını alıp bir daha savaş yaşamamak ve olası Arap Birliği Ordularının saldırısına maruz kalmamak için mi şuursuzca yeni cepheler açıyor, bir bakalım.
Esasen İsrail’in güney cephesinden asker çekerek, hava ve deniz kuvvetlerini kuzeyde toplaması bana İkinci Dünya savaşının güç sarhoşluğuna ve zehirlenmesine uğrayan Almanya’yı hatırlattı.
Hikâyeyi baştan alırsak;
Paris Barış Konferansı’nda alınan kararların sonucu Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra savaşa katılan ülkeler arasında birçok anlaşma imzalandı.
Bunların arasında İtilaf Devletleri’nin Birinci Dünya Savaşı’nı kaybeden İttifak Devletleri için yaptığı anlaşmalardan biri de Versailles Antlaşması’ydı.
Gerçekte Versailles Antlaşması, Almanya için oldukça zor şartları içeren bir antlaşmaydı ve Almanya’yı bir daha ayağa kaldırmayacak, başkaldıramayacak koşullar içermekteydi.
Düşünülenlerin ve planlananların aksine Versailles Antlaşması, süreç içinde Alman halkının desteklediği faşizmin yükselişini ateşledi.
Nazi Almanya’sının temellerinin atılmasını körükledi ve dünyayı ölümcül bir felakete sürükleyen, havai fişek görevini gördü.
Versailles Antlaşması sayesinde Almanya’da ırkçılık ortaya çıktı. Sürecin sonunda Adolf Hitler’in başta olduğu Nazi hükümeti kuruldu ve İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasına neden olan süreç yaşandı.
Adolf Hitler’in, sıra dışı bir geçmişi ve kişiliği vardı. Hatiplik yeteneğinin inanılmaz derece de iyi olması nedeni ile de kısa sürede Alman halkını arkasına takmayı başardı.
İlk icraatlarından birisi de ırkçılığın arkasına saklanıp özel kamplar kurarak, soykırım yapmaya başlaması oldu.
Buna paralel olarak da demir ve kömür madenlerine sahip olması ve bu hammaddelere dayalı sanayide, silah, araç üretiminde önde olması nedeni ile askeri araç ve silah üretimine başladı.
Adolf Hitler, yeteri kadar güçlendiğine karar verdikten sonra Versailles Antlaşmasının öcünü almanın adımlarını atmaya başladı.
6 Nisan 1941’de Yugoslavya ve Yunanistan’a saldırarak Balkan bölgesini güvence altına aldı. Haziran ve Temmuz 1941’de Almanlar Baltık ülkelerini de işgal ederek kuzeyini güvence altına aldı.
22 Haziran 1941’de Alman-Sovyet Paktını doğrudan ihlal ederek Sovyetler Birliği’ne saldırdı. Bu saldırı “Alman ordusu yenilmez” düşüncesinin hâkim olduğu güç zehirlenmesinden kaynaklanmıştı ve Almanya’nın sonunu getirdi.
1941 yazında Alman birlikleri Sovyetler Birliği’ne saldırdı. Sonbaharda da içerilere doğru ilerlemeye başladı.
Kıta Rusya’da kış başlayınca, soğuğa ve dona karşı dayanıksız olan Alman askeri araçları adeta felç oldu ve kıpırdayamaz hale geldi. Bunu fırsat bilen Sovyet ordusu 6 Aralık 1941’de büyük bir karşı saldırı başlattı.
Almanlar 1942 yazında Doğu Cephesi’nde saldırıya geçtiler ama başarılı olamadılar. Sovyet birlikleri Kasım ayında Stalingrad’da bir karşı saldırı başlattı ve 2 Şubat 1943’te Alman Altıncı Ordusu Sovyetler Birliği’ne teslim oldu.
Alman Ordularının yenilmezliği efsanesi yıkıldı, II. Dünya savaşının sonu belli olmaya başladı.
Avrupa’da 85 sene evvel yaşanan bu güç zehirlenmesi bana İsrail’in de aynı tuzağa düştüğünü ima ediyor sanki.
Liderlerin davranışları, kendilerine olan güvenleri, İsrail ordusunun yenilmez olduğu imajının verilmeye çalışılması, savunmasız, silahsız, masum insanlara uygulanan soykırım, şehirlerin fütursuzca yakılıp yıkılması ve insanların göçe zorlanması sanki de 85 sene önce yaşanılmış bir trajedinin birebir tekrarı.
Umarım insanlığın geleceği için bu vahşet bir an önce sonlanır. Aksinin, bölge için bir felaket olacağı kesin.
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Doç. Dr. (UA. İliş.) Ata ATUN
KKTC Cumhurbaşkanı Danışma Kurulu Üyesi
KKTC Cumhuriyet Meclisi 1. Dönem Milletvekili
Ben Mağusa’lıyım!..
Ailem ve köklerimiz, Karpaz yarımadasının başlangıç bölgesi olan Boğaz’ın Ergazi köyünden.
1970 yılında üniversite eğitimimi tamamlayıp Mağusa’ya döndüm.
Ağabeyim, Barış Harekatı sonrası Mağusa’nın ilk Belediye Başkanı seçilen rahmetlik Mimar Bora Atun ile birlikte bugün farklı duygularla gezdiğiniz Maraş’ta çalıştık.
Birçok yapının tasarımcı mimarı ve mühendisleri olduk. Maraş’taki bazı binaların şantiye şefliğini de yaptım.
Mesela Maraş Ordu evinin karşısındaki, günümüzde lojman ve yurt olarak kullanılan 8 katlı binanın Mimarı ve mühendisi bizleriz.
Yani Maraş’ı Rum’un kaleminden çıktığı haliyle değil, yaşayarak tanıyanlardanız. Kimin nerede oturduğunu, hangi binanın ne zaman yapıldığını, sokaklarını, caddelerini, kedilerini, köpeklerini, elektrik, telefon ve kanalizasyon sistemini dahi bilenlerdeniz.
Nitekim daha 1971 yılında Mağusa tapu dairesinden bir şekilde edindiğim harita parçalarını birleştirip, Mağusa Kale içi, Türk bölgeleri ve Maraş’ın haritasını oluşturmuştum. (Bakınız Oğuz Kalelioğlu, “Kıbrıs Barış Harekatı ve Gazimagosa Savunmas”ı, Ankara, 2011, ISBN 978-975-8204-20-5, Syf 131)
Bunları niye mi yazdım? Hayatında Mağusa’ya gelmemiş, Barış Harekatı neden olmuş, harekatta neler yaşanmış bilmeyen kişilerin bu konuda ahkam kesmesine dayanmak mümkün değil.
Daha evvel Yunanistan’da yayınlanmış, tamamen yalana dayalı kurgulanmış olan “Famagusta” dizisinin an itibarı ile Netflix tarafından yayınlamasından vazgeçildiği söyleniyor.
Belli ki Netflix, CIA’in ve İngiliz arşivlerinden Maraş ile ilgili doğruları öğrenmiş ve bu kararı almış. (Öyle olmasını umuyorum.)
Dizinin yapımcısı Güney Kıbrıs Rum Yönetimi vatandaşı Kullis Nikolau, Alfanews’e yaptığı açıklamada, “Bu, gerçek olayların içine yerleştirilmiş bir kurgu ürünüdür ve izleyici bunu bilmektedir...” diyerek uyduruk bir senaryo olduğunu söylüyor açık açık.
TRT yapımı “Bir Zamanlar Kıbrıs” isimli diziyi “gerçek olmayan olaylar var” diyerek yerden yere vuranların, Nikolau’nun “İzleyici bunu bilmektedir” sözlerine ne cevap vereceğini merak ediyorum.
Ayrıca Nikolau veya Kıbrıs sorununun nedenini, Kıbrıs gerçeklerini öğrenmek isteyenler varsa buyursun KKTC’ye gelsin.
Ben onlara bir Mağusalı olarak 14, 15 ve 16 Ağustos 1974 tarihlerinde Maraş’ta nelerin olduğunu, nelerin yaşandığını anlatırım.
Hatta şimdi özetleyeyim; 15 Ağustos 1974 akşamüstü Mağusa’ya ulaşan ve bizlerle kucaklaşan Üsteğmen Erdoğan Acar komutasındaki 28.ci P. Tümen Keşif Bölüğü ile ayrı kaldığımız 96 yılın hasretini giderdikten sonra, Bölük komutanımız Yüzbaşı Oğuz Kalelioğlu komutanımın “Maraş’ta hangi delikte, hangi sıçan var sen çok iyi biliyorsun” açıklaması sonrasındaki emri ile, sabaha doğru Mağusa’ya ulaşan arkadan gelen ana birlik 230.cu P. Alayı ve Zırhlı Alayın rehberlik görevini üstlendim.
Sıcak çatışmalar yaşayacağımızı düşünerek gerekli hazırlıkları yaptıktan sonra 16 Ağustos sabahı iki koldan, Namık Kemal Lisesi önündeki caddeden ve günümüzde Maraş’a girilen güzergah üzerinden Maraş’a doğru ilerlemeye başladık.
Gözlerime inanamıyordum. Daha bir ay evvel sokakları, evleri, binaları, dükkanları, meyhaneleri ve restoranları insan ve araç dolu Maraş’ta hiç kimseler yoktu.
Sokaklarda adeta in cin top oynuyordu. Evcil hayvanlar bile ortadan yok olmuştu. Şehir terk edilmiş, sessiz, sakin ve metruk haldeydi.
Ortalıkta, kendilerini korumasız ve silahsız Kıbrıs Türkleri önünde aslanlar zanneden ama Türk ordusunun önünden tavşanlar gibi kaçan EOKA B teröristleri ve Rum Milli Muhafız ordusu mensupları da yoktu.
1964 yılından beri Kıbrıs adasında turistik tatil yapan, EOKA B teröristleri, korumasız ve silahsız Kıbrıs Türklerine saldırırken müdahale etmeyen, çatışmalarda, saldırılarda ve hatta soykırımlarda sadece not tutmaktan öteye bir işe yaramayan Barış Gücü askerleri bile yoktu.
Saklanırken yakaladığımız Rumlar arasında bulunan bir Ermeni, güzel Türkçesi ile bana şehrin niye boşaltıldığını “Mağusa Kaymakamlığı ve Belediye herkese haber etti, Türk köylerinde katliamlar yapılmış.
‘Türk ordusu Maraş’a girince bunun intikamı alacak. Herkes şehri boşaltsın. Derinya ve İngiliz üslerine sığınsın’ dediler” sözleri ile anlatmıştı.
Maraş şehrinin tümünün bombalandığını içeren ve yapımcısının dahi “kurgu”, yani gerçeklerle bağdaşmayan dediği Maraş’ta bombalanan sadece 3 yer vardı:
Yüksekte olması nedeni ile sürekli olarak Türklerin yaşadığı Mağusa Surlar içini makineli tüfek ve uçaksavarlarla tarayan Limandaki Pilot kulesi, Rum Milli Muhafız ordusunun Mağusa’daki saldırılarını planlayan 3. Taktik komutanlığının yer aldığı Salamina Tower-A Oteli ve EOKA B teröristlerin karargahı olan Mağusa Kaymakamlık binası.
Başka hiçbir yer bombalanmış değildi. Yani o filmdeki gibi sivil insanlar kovalanmıyordu.
Biz, sözümona nefret tohumu ekilmesin diye Rum mezalimlerini çok fazla anlatmayınca Rumlar, tarihi kendi kafalarına göre düzenleyip, Kıbrıs sorununu 1974’le başladığı yalanını yaymaya çalışıyorlar.
Her ne yaparlarsa yapsınlar, her ne anlatırlarsa anlatsınlar doğru bir şekilde elbet bir gün ortaya çıkacak.
Maraş’ın doğruları da, aynen benim yaşayıp, yazdığım gibi…
…….
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Doç. Dr. (UA. İliş.) Ata ATUN
KKTC Cumhurbaşkanı Danışma Kurulu Üyesi
KKTC Cumhuriyet Meclisi 1. Dönem Milletvekili
– Prof. Dr. Ata ATUN
Ülkemizde bir çok insanın hayalini süsleyen Avrupa Birliği ekonomik açıdan fena sallanmaya başladı.
Bazı bilmişlerin “AB’ye beyin göçü hızlandı”, “Binlerce doktor ve mühendis AB’ye göç etti”, “Gençlerimiz bir bir AB’ye kaçıyor” gibi boylarından büyük lafların pek bir geçerliliği yok.
Avrupa Birliği asırlar boyunca Asya’daki, Karaipler’deki, Afrika’daki ve Okyanus ülkelerindeki birçok ülkeyi işgal etmiş ve sömürgeye dönüştürmüş şaibeli bir kıta.
Sömürdüğü ülkelerin insanlarının hayatlarını kabusa çevirmiş, ezmiş, örnek olsun diye acımasız yaptırımlar uygulamış, bu topraklarındaki gümüş, altın, pırlanta, petrol, doğalgaz ve uranyum gibi zenginliklere vahşi bir şekilde el koymuş bir topluluk.
Artık deniz bitmiş ve kara görünmüş. Görünmekten de öteye gemi karaya oturmuş.
Ki, AB yönetimi ekonomik sıkıntılarını biraz daha azaltmak için diplomatik ağını küçültmek, yani dış ülkelerdeki Büyükelçilik, Konsolosluk, Temsilcilik ve Misyonlarında kesinti yapmak kararı aldı.
Son alınan karara göre AB, diplomatik ağından, bütçede öngörülen mikarın yüzde 5’ini, yani 43 milyon Avro’yu kesecek ve giderlerini aşağı çekecek. Gelecek yıl ve diğer yıllarda bu kesintiler her yıl yüzde 5 daha arttırılacak.
Bu durumda yüksek maaşlar ve maliyetlere ilaveten gittikçe yükselen enflasyon baskısı nedeni ile Avrupa Birliği, Güney (Latin) Amerika ve Afrika’da halen faaliyette olan Büyükelçilik, Konsolosluk, Temsilcilik ve Misyonlarının faaliyetlerini bu yıldan başlamak üzere azaltacak, birkaç yıl içinde de “tek kişilik ordu” tabiriyle devam ettirmek zorunda kalacak.
İşin ilginç ve şaşkınlık yaratacak olan tarafı, kapatılacak diplomatik misyonlardaki mal varlıkları ile taşınmazların da satılacak olması. 2024 yılında, güvenlik nedeni ile yanından geçilmesi bile yasaklanmış olan “A” ülkesinin Büyükelçilik binası, 2025 yılında, halkın içine kolayca girebileceği ünlü bir markanın mağazasına dönüşecek.
Bununla da bitmiyor bu kesintilerin etkisi. AB’nin 145 sınır ötesi ülkede faaliyet gösteren diplomatik misyonunun neredeyse üçte birinin kesintilerden dolayı ciddi bir güvenlik sorunu taşıması ve bu sayının her yıl artış göstermesi olası.
Bütçede öngörülen miktarın yüzde 5’inin, yani 43 milyon Avro’nun kesilecek olmasının, mesleğim olan inşaat mühendisliği açısından açıklaması; binalardaki teknolojik malzeme ve aletlerin bakımın yapılamayacağı ve yenilenemeyeceğine ilaveten binaların rutin bakım ve tamirlerinin yapılamayacağı.
Bu da binaların zamanla bakımsızlıktan konforlu bir şekilde oturulamaz ve çalışılamaz hale dönüşeceği, elektrikli, elektronik ve digital aletlerin de diplomatik misyonun çağdaş isteklerine yanıt veremeyecek hale geleceği, teknolojik güvenlik zaafiyetlerinin artacağı anlamına geliyor.
Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un, çok değil 3 ay evvel, –Mayıs ayında– söylediği “Avrupa’mızın ölebileceği varoluşsal bir an yaşıyoruz” sözleri zaten AB’nin durumunu çok iyi açıklamakta.
Gerekçe olarak da Ukrayna-Rusya çatışması ile artık iyice suyun yüzüne çıkarak elle tutulur, yaşamda hissedilir hale gelen “ekonomik zorlukları ve sıkıntıları” öne sürmüştü Makron.
Geçmiş yıllarda giderleri azaltmak için AB yönetiminin aldığı “haftalık duş sayısı” azaltılacak kararı, esnedi, uzadı ve dış ülkelerdeki Büyükelçilik, Konsolosluk, Temsilcilik ve Misyonlarında kesinti yapmak ve kapatmak kararına kadar büyüdü.
Başta Fransa olmak üzere Güney (Latin) Amerika ve Afrika ülkelerinden kapı dışarı edilen emperyalist Batı, bağlantılarının olduğu diğer ülkeleri parasızlıktan kapının önüne konmalarına gerek kalmadan kendileri terk etmek zorunda kalacaklar.
Boşuna atalarımız “Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli”dememiş.
…
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Doç. Dr. (UA. İliş.) Ata ATUN
KKTC Cumhurbaşkanı Danışma Kurulu Üyesi
KKTC Cumhuriyet Meclisi 1. Dönem Milletvekili
– Prof. Dr. Ata ATUN
Kıbrıs Rum tarafında 1993 yılında yapılan sözde “Cumhurbaşkanlığı” seçimlerinde adayların en güçlüsü olan Glafkos Klerides’in sloganı “Beni seçerseniz AB’ye üye olmak için başvuru yapacağız ve üye olduktan sonra da AB’yi arkamıza alıp Türkiye’yi adadan atacağız” idi.
Seçildi ve iki dönem başkanlık yaptı.
Dediği gibi de AB’ye başvurdu ve 10 yıl sonra da Kıbrıs Rum Yönetimi, AB’nin Kuruluş Yasasına aykırı olarak ve de 1960 Kıbrıs Cumhuriyetinin Anayasası çiğnenerek Avrupa Birliğine üye yapıldı.
Hristiyan olmak, Hristiyanların haklarını korumak, korudukları haksız da olsalar arkalarında durmak için her tür yasayı, kuralı, anlaşmayı “Güçlü biziz. Biz ne dersek o olur” mantığı ile çiğnemek, diğer bir tanımlamayla “Politik zorbalık yapmak” böyle bir şey.
Lakin, bir Hristiyan birliği olan Avrupa Birliği’nin artık sona doğru hızla ilerlediğini söylemek yanlış olmaz. Fransa’nın, İngiltere’nin “Brexit” isteğinin benzeri olan “Frexit” çalışmalarını başlatması, yaklaşan sonun ciddi bir habercisi. AB içinde liderliğe oynayan Fransa, AB’den çıkmak istiyorsa, AB’de işler iyi gitmiyor demektir.
Özellikle de Fransa için sıkıntılı günler geçen seneden başladı.
Her yıl yaklaşık 500 Milyar dolar haraç aldığı Afrika’daki, 60’lı yılların içinde -göz boyamak amaçlı- güya bağımsızlık verdiği sömürgeleri, Türkiye’nin başarılı dış politikası sonucunda bir bir Fransa’ya başkaldırmaya ve haracı kesmeye başlayınca, Fransa’nın ekonomisi yön değiştirdi. An itibarı ile Fransa’nın ülke olarak dış borcu kendi gelirleri ve üretimi ile ödenemeyecek düzeye ulaştı.
Fransa hükümetleri acil tedbir almazsa, Korsika’nın başı çekeceği Fransa’nın kendi içinde çözülmeler ve ayrılıklar süreci yaşanabilir.
Öte yandan, geçmiş yıllarda arkasını AB’ye dayamış olan Kıbrıs Rum Yönetimi, müzakereleri devam ettirmek için Kıbrıs Türklerinden “akla ziyan” tavizler talep etmişti. Özellikle KKTC’nin 4. Cumhurbaşkanının sürdürdüğü müzakerelerde, AB’nin desteği ile kendilerini o denli güçlü hissetmişlerdi ki, Rum lider Anastasiadis büyük boyutlarda elde ettiği tavizlerle yetinmemiş, 2017 yılında Crans Montana’da sürdürülen müzakerelerin son oturumunda “Sıfır asker, sıfır garanti” cüretkarlığına soyunmuş, talebi reddedilince de, müzakere masasında elinde ne varsa masaya fırlatıp atarak ayağa kalkarak masayı terk etmişti.
Rumların boylarına posların bakmadan “Sıfır asker, sıfır garanti” talepleri, “Kıbrıs adasında tek bir Türk askeri kalmayacak ve Türk askeri tümüyle adayı terk edecek, Türkiye’nin Kıbrıs adası üzerindeki garantörlüğü de kaldırılacak” kapsamında bir hadsizlikti. Yani hem Lozan Antlaşmasının 16. maddesi tadil edilecek, hem de 1960 Kıbrıs Anayasasının EK-I’i olan “Garantiler ve İttifak Anlaşması” iptal edilerek, Türkiye’nin garantörlüğü ortadan kaldırılacaktı. Tabii ki bu istek derhal reddedildi ve müzakereler koptu.
Hristiyan olmanın dışında hiçbir özelliği olmayan, AB içinde “yalancı, dolandırıcı, tembel” olarak tanımlanan AB’nin neredeyse en küçük üye devletinin, 85 milyonluk Türkiye’ye kafa tutacak kadar kendini yukarılarda görmesi abesle iştigalden öte klasik Helen megalomanisinin tezahürü.
Aradan geçen 7 sene içinde ülkelerin yapılarında ve bölgesel siyasi dengelerde büyük değişimler olmuş ki şimdi Kıbrıs Rum tarafı, Cumhurbaşkanı Tatar’a “aman ne olur gel lütfen müzakere masasına otur” diye yalvarır olmuş, bunu yeterli görmemiş, araya Birleşmiş Milletleri ve Avrupa Birliğini de ricacı olarak sokmaya çalışmakta…
Şimdi ne mi olacak? Tabi ki Adalar Denizi (Ege), Doğu Akdeniz, Orta Doğu, Kafkaslar ve Balkanlarda dikkate alınması gereken Türkiye, iki devletli çözüm dışında bir çözüm formülüne sıcak bakmayacak. AB’nin, ABD’nin ve Rumların olası baskılarına rağmen Kıbrıs Türklerinin egemenliğinden asla taviz vermeyecek.
Prof. Dr. (İnş. Müh.), Doç. Dr. (UA. İliş.) Ata ATUN
KKTC Cumhurbaşkanı Danışma Kurulu Üyesi
KKTC Cumhuriyet Meclisi 1. Dönem Milletvekili